Adı: A Darker Shade of Magic
Yazarı: V. E. Schwab
Yayınevi: Titan Books
Sayfa Sayısı: 401
Goodreads Puanı: 4.04
Seri: Shades of Magic #1
Puanım: 5/5
Most people only know one London; but what if there were several? Kell is one of the last Travelers—magicians with a rare ability to travel between parallel Londons. There’s Grey London, dirty and crowded and without magic, home to the mad king George III. There’s Red London, where life and magic are revered. Then, White London, ruled by whoever has murdered their way to the throne. But once upon a time, there was Black London...
A Darker Shade of Magic, kesinlikle bir süredir okuduğum en iyi kitaplardan birisi! Bu, benim Victoria Schwab'dan okuduğum ilk kitap fakat adını sık sık duymamın, hakkında sıralanan övgülerin ve bunlara paralel olarak bende uyanan merakın boş olmadığını görmek gerçekten harika.
Yazar, oldukça farklı bir dünya kurmakla kalmamış, o dünyayı biz okuyucuya hiç de kafa karıştırmadan anlatmayı da başarmış! Kell'in yaşadığı dünyanın büyü sistemini, işleyişini, insanlarını ve genel halini oldukça iyi kavradığımı düşünüyorum. Kitabı okurken bir kere bile kafam karışmadı, "Burada ne oluyor yahu?" ya da "Bunu nasıl yaptı ki?" ya da "Hani böyle değildi!" tarzı cümleler kurmadım.
Karakterler ise, harikanın elli tonu gibiydi!
Kell, çok az rastlanan bir gücün sahibi, Londralar arası geçiş yapabilen bir Antari, yani kan büyücüsü. Normalde Kell gibi karakterler, yaşı kaç olursa olsun oldukça mükemmeldirler. Görünüşleriyle değilse bile güçleriyle, zekalarıyla, davranışlarıyla... hata yapamaz gibidirler, yaptıklarındaysa aslında o hata, daha büyük bir planın parçası gibidir. Kell böyle değildi. (Hala yaşından emin değilim ama 18-19-20 üçlüsünden biriydi.) Şöyle ki, bir noktada, kitabın yazılmış olmasını, bütün bu olayların gerçekleşmesini, Kell'in yaptığı bir hataya bağlayabiliriz ve ben buna bayıldım!
Yeri geldi korktu, yeri geldi yendi, yeri geldi yenildi, yeri geldi Lila'nın onu kurtarması gerekti! Bundan bir on yıl sonra Kell'in çok usta bir büyücü ve savaşçı olabileceğinin hayalini kurdum fakat yazar, bize on yıl sonrasının Kell'ini vermek yerine, bize gelişmekte olan bir Kell vermişti ve bunu çok harika buldum. (Yukarıda bahsettiğim tarzda mükemmel karakterleri de severim elbette fakat 19 yaşındaki bir karakterin o kadar iyi olması beni hep biraz rahatsız etmiştir.)
Lila ise tamamen ayrı bir hikaye. Kendisi 19 yaşında (bundan eminim) ve sokaklarda büyümüş bir hırsız. En büyük hayali bir korsan olmak, kendi gemisiyle maceralara atılmak iken günlerden bir gün, Kell Gri Londra'nın sokaklarında gezinirken, Lila, Kell'den çok önemli bir şey çalıyor. Kell, Lila'nın çaldığı şeyi geri almak için yanına gidiyor ve ikili aynen böyle tanışıyor.
Hani kitaplarda diğer kızlardan farklı, elbise giymeyen, savaşçı bir kızımız vardır ya? Lila aynen o. Fakat, birçoğunun aksine Lila bu rolü fazlasıyla iyi oynuyor. Güçlü bir iradesi, hızlı parmakları, kıvrak bir zekası ve bitmek bilmeyen bir cesareti var! Kell'e macerasında destek olurken onu birçok kez kurtarıyor. Lila, kendi ayakları üzerinde durabilen, oldukça korkutucu bir kız. Bıçaklara takıntısı var ve hayatını "Asla yeterince bıçağın olamaz," düşüncesiyle yaşıyor. Sürekli, sürekli daha fazla bıçak edinme peşinde.
Bu ikili arasındaki konuşmalar çok eğlenceliydi ve bir noktada Lila, Kell'in kafasına bir kitapla vurarak onu bayılttı. Bu kaç kitapta oluyor söylesenize?!
Aslında Kell ve Lila kadar ana karakter sayılmasalar da, Astrid ve Athos Dane karakterlerinden de biraz bahsetmek istiyorum. İkili, Beyaz Londra'yı yöneten ikiz kardeşler ve aynı zamanda psikopatın iki farklı tonu gibiler. Öldürmekten çekinmiyor, acı çektirmekten zevk alıyorlar ve merhamet kelimesi lügatlarından çıkalı çok olmuş. Hatta, Astrid'in tahtının olduğu odanın zemini, taşın içine gömülü kemik parçalarıyla süslü. !!!
Yeri geldiğinde detaylı bir anlatıma sahip olsa da, asla gereksiz şeyler anlatmıyordu ve oldukça akıcı bir şekilde, heyecanla ilerliyordu. Kitaba başladığımın hemen sonrasında bir bakmışım, daha fazlası için yanıp tutuşuyorum! (Tabii kitabı bitirdiğimde saat sabahın beşiydi, o yüzden hemen ikinciye geçemedim ama n'apalım.)
Şu kadar yazı yazdım ama hala yeterince konuşmamışım gibi hissediyorum. Sanki anlattıklarım boş ve kitap sadece sayfalar dolusu harikalıktan oluşuyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder