Beni az çok tanıyanlar, aslında pek de bir bilimkurgu okuyucusu olmadığımı biliyordur diye tahmin ediyorum. Gerek blog arşivime, gerek etiketlerden oluşan yazar listeme bakıldığında, bilimkurgu eser sayısının ikiden fazla çıkacağını pek sanmıyorum. Oturup bakmadım ama daha yüksek çıkma ihtimali yok. Fantastik kitapları, gerçek üstü hikayeleri, yaşadığımız dünya çerçevesinde olması, deneyimlenmesi ve gözlemlenmesi imkansız hikayeleri gerçekten seven ben için, aslında bilimkurgunun ikinci bir favori olması gerekirdi; diye tahmin yürütmek çok mümkün. En azından okulda veya dışarıda, okuduğum türdeki kitaplara uzak, daha "edebi" kitaplar okuyan arkadaşlarımın ve tanıdıklarımın vardıkları sonuç bu.
Tabii, yanıldıklarını söylemeye gerek yok sanırım.
Bunun nedeni, bilimkurguyu sevmiyor olmam değil; şayet, daha geçen hafta, İthaki Yayınları'nın yeni dizisi Bilimkurgu Klasikleri'nin en yeni kitabı, Çocukluğun Sonu'nu okudum ve gerçekten bayıldım. Lakin, kitabı son derece beğenmiş olmam, eğer bir noktada teşvik edilmeseydim kitabı elime alacağım anlamına gelmiyor. Eğer konusu daha önce arkadaşlarım arasında geçmemiş olsaydı ve kimse bu kitabı bana övmeseydi, sanırım Çocukluğun Sonu listeme giremeyecekti.
Bu da bizi bahsetmek istediğim ana konuya getiriyor: Bilimkurgu korkusu.
Bu düşünceye uzak bir insanın, bu ifadeyi gördüğünde aklında ne canlanacağını kestiremiyorum şu saniye fakat ben bu ifadeyi kullanırken ne demek istediğimi açıklayabilirim. Ben kitap okumaya Alacakaranlık'la başlayan nesildenim. Vampirler, kurtadamlar, periler, büyücüler ve daha nicesi beni bunaltmıyor, aksine heyecanlandırıyor. Aksiyon, macera ve bir tutam aşk; eğer zekice kurgulanmış bir hikayeyse, beğenmemem gibi bir olasılık pek kalmıyor. Fakat iş, aklımda anlamsız bir şekilde hep "Fazlasıyla terim içeren, anlaşılması zor uzay hikayeleri," olarak kodlanan bilimkurguya gelince, elim bir türlü kitaplara gitmiyordu.
Beni aşacaklarını, sayfalar dolusu terim ve anlamadığım, ilgimi de çekmeyen uzay temalı betimlemelerde kaybolacağımı, en sonunda sadece zaman ve para kaybedeceğimi varsaymış olmalıyım ki, okumanın bir işkenceden zevke dönüştüğü o ilk günlerden beri, okuduğum bilimkurgu eser sayısının 10'u geçeceğini sanmıyorum. Hatta, okuyup beğendiğim, bilimkurgu konusundaki bu önyargıma ve korkuma ilk darbeyi indiren eseri ben geçen yaz, ödev olarak okumuştum.
Ödev. Tıpkı Çocukluğun Sonu gibi, teşviksiz bir şekilde elime almayacağım bir kitaptı Ender'in Oyunu. -Ki sonunda gerçekten beğenmiş, devam kitaplarını okumayı düşünmüştüm. Bu benim için büyük bir gelişmeydi çünkü o zamana kadar arkadaşlarımla bilimkurgu konusundaki tüm konuşmalarım, türe karşı önyargı ile doluydu-
Ve şu an bakıyorum da, en son kitap alışverişimdeki üç kitaptan biri bir bilimkurgu eseri. Bu kadar kısa sürede ne değişti hayatımda?
Öncelikle, bilimkurgunun korkulacak bir şey olmadığı söylendi bana. Bu noktada, pek emin değildim bunun doğruluğundan fakat fikirlerine önem verdiğim, zevkine güvendiğim ve bilimkurguya da son derece aşina birinden gelince, insan oturup bir düşünüyor doğruluğunu. Sonra, Çocukluğun Sonu elime geçti ve kendimi kitaba karşı anlaşılmaz bir heyecan duyarken buldum. Kitaba başlamam ve gerçek bir ilerleme kaydetmem sanırım üç gün sürdü; bu üç gün boyunca birkaç sayfa okuyor, kitabı bırakıyor, Çocukluğun Sonu'ndan önce başlamış olduğum kitapla bakışıyor, sonra yine de Çocukluğun Sonu'nu okuyordum.
Ardından, kitabı gerçekten okumaya başladığım bir an geldi ve bir bakmışım, kitabı bitirmişim. Tahminen bundaki en büyük etkenlerden biri kitabın çevirisiydi fakat bu süre boyunca ne oldu, biliyor musunuz? Bilimkurgudan bir kesit yakaladım. Evet, bana daha önce bilimkurgunun "Fazlasıyla terim içeren, anlaşılması zor uzay hikayeleri"nden daha fazlası olduğu söylenmişti birkaç kişi tarafından - ki bunlardan biri de babamdı, kendisi sağlam bir bilimkurgu okuyucusudur - fakat yine de kendimi buna inandıramamıştım. 2014 yazında okuduğum Ender'in Oyunu (ki İngilizce okumama rağmen yeterince anlayabilmiştim kitabı) beni tam olarak ikna edememişse de, soru işaretini aklımda bir yerlere bırakıp gitmişti.
O soruyu yanıtlayan kitap Çocukluğun Sonu oldu.
Eğer Kayıp Rıhtım'ın en son canlı yayınını dinlediyseniz, Alican orada çok önemli olduğunu düşündüğüm bir noktadan bahsediyordu: kapaklar. Bazıları Bilimkurgu Klasikleri dizisinin kapaklarından memnun olmasa da, şahsen ben çok doğru bir karar alındığını düşünüyorum bu diziyle ilgili olarak. Bahsettiğim üzere, bilimkurgu beni korkutuyordu. Devasa, aşılması ve anlaşılması zor bir tür olarak dikiliyordu karşımda ve kapakların da bunda bir etkisi var gerçekten. Bu yeni, minimalist kapaklara baktığım zaman aklıma gelen şey ile, karmaşık, aksiyon dolu kapaklara baktığımda aklıma gelen şey arasında dağlar kadar fark var.
Şimdi diyeceksiniz, "Çocukluğun Sonu, Çocukluğun Sonu; yazı başından beri kitabın adı dilinden düşmedi ama pek de bir açıklama yapmadın. Nedir önyargını kıran?" diye. Demiyorsanız da, sağlık olsun bakalım.
Şöyle ki, öncelikle kitapta uzay araştırmaları konusunda büyük bir ilgi ve alaka olsa bile, belki çevirisinden belki kitabın kendi doğasından, benim gibi türe pek aşina olmayan bir okuyucunun sıkılıp bunalmasına neden olacak bir terimsel yoğunluk yoktu. Bu, türe karşı duyduğum önyargının en büyük taşlarından biri olduğu için de, benim için çok önemliydi çünkü gözümü korkutmasının bir anlamı yoktu kitabın bu noktada. Şahsen dili yeterince akıcı buldum.
Ayrıca, kitap daha önce görmediğim bir şey sunuyordu bana ve aklımda kaç farklı senaryo kurarsam kurayım, hiçbiri tutmadı en sonda. Beklenmedik, aklıma gelmemiş olan bir olasılıktı gerçekleşen ve bakış açımda bir değişiklik yarattı; bu yüzden de kitaba saygım sonsuz. İlerleyiş düzgün, anlaşılır ve "olması gerektiği gibi" idi bence kitapta. Zekiydi. (Zeki kitapları seviyoruz.) Kitap boyunca sürekli etrafımdakilere "Bu kitap harika," / "Bak şunu dinle," / "Burada da şöyle şöyle oldu," tarzı cümlelerle kitabı anlattım. Hatta ve hatta, kitabı bitirdikten sonra oda arkadaşlarımdan birine kitabı baştan sona özetledim bile! - Kız kitabı okuyacak zamanının olmadığını ama dinleyebileceğini söylemişti. -.
Kısacası, kitaba bayıldım. Bir kitaptan isteyebileceğim birçok şeyi birleştirmiş ve bunu da bana pek aşina olmadığın bir şekilde sunmuştu. Henüz, bunun bilimkurguyla mı yoksa direkt olarak Arthur C Clarke'la mı alakası var bilemiyorum tabii, ama bu benim için büyük bir adım. (Kitabı bitirdikten sonra kütüphaneden kafam kadar bir "Bir Uzay Efsanesi" aldım. Dört kitaptan oluşuyordu yanılmıyorsam. Arthur C Clarke'ı bir de bu kitapta görmek istiyorum. Ayrıca EVET: kendi isteğimle bir bilimkurgu eser aldım!)
Sanırım bir sonuca varmak gerekiyor. Aslında bu yazıya başlarken bir plan yapmadığım için kafamda, nasıl toparlarım çok da emin değilim fakat şöyle bir cümleyle bitirebilirim sanırım: Siz siz olun, benim gibi önyargılarınızın sizi kör etmesine izin vermeyin ve eğer zaten bir okuyucusu değilseniz, bilimkurguya bir şans verin! Buna da İthaki'nin Bilimkurgu Klasikleri dizisiyle başlayabilirsiniz ya da başlamazsınız belki de; orası size kalmış.
1953'te yayımlanan Çocukluğun Sonu, Arthur C. Clarke'ın bir bilimkurgu yazarı olarak tanınmasını sağlayan, yirminci yüzyıla damga vuran önemli romanlardan biri. 2015'te televizyona uyarlanarak dizi haline getirilen ve bilimkurgu takipçileri için yeniden gündeme gelen bu eserin gücü, insanlığın geleceğine dair en özgün ve düşündürücü yorumlardan birini sergilemesinde gizli.
Dünya üzerindeki uygarlığımızın kaderini, insan neslinin akıbetini irdeleyen Çocukluğun Sonu, ters köşeye yatıran bir "öteki" anlatısı, farklı bir uzaylı istilası öyküsü, ütopya ve distopya arasındaki ince çizgiye dair, kalın harflerle tarihe geçen bir bilimkurgu klasiği… "
merhaba, güzel bir yorumlama olmuş ama biraz daha sonuca yönelik bir yazı olabilirdi. %60 kadar önyargılarınızdan bahsetmişsiniz, biraz sıkıcıydı bu.
YanıtlaSilyine de çok güzel bir eleştiri idi, elinize sağlık.