Bu ay, benim için yazınsal açıdan değil de, görsel açıdan zengin geçen bir zaman dilimiydi. Okulumda, gelenekselleşmiş Belgesel Günleri düzenlendiğinden, bu kapsamda birbirinden güzel dört adet belgesel izledim, izleyemediklerimin de ya dosyalarını ya da adlarını aldım ve gelecekteki boş vakitlerimde izlemeyi düşünüyorum. Ayrıca, iki film izleyip iki de diziye başladım! Normalde, ayda bir bile film izlemeyen ben için bunlar hep büyük gelişmeler.
Tabii, görsel açıdan ne kadar aktif olduysam, kitaplarım da o kadar raflarımda çürümeye bırakıldı. (Şimdi belki çürümeye bırakmak biraz ağır olmuş olabilir ama kitaplar orada öylece, okunmaz halde dururken başka ne diyebilirim bilemedim.) Toplam 6 kitapla kapattım bu ayı ve geçen ayın 20 kitaplık rekoru göz önünde bulundurulunca, insan durup "Altı da neymiş canım?" diyor.
Gelecek aydan umudum da pek yok. Hem sınavlarım hem de CNR Kitap Fuarı olacağından, tahminen yine bir 5-6 kitap okuyacağım başka bir ay olacak Mart. (Aksi için çabalayacağım dostlarım, inanın çabalayacağım.)
Gerçi, her ne kadar sayıca az okumuş olsam da bu ay, okuduğum kitaplardan son derece memnunum. Güzel şeyler okudum. Aferin bana. >_< Anlatmaya önce kitaplardan başlıyorum çünkü filmler daha çok yer kaplayacak gibi duruyor, doğal olarak.
1. Truthwitch - Susan Dennard
Kitabın yorumu zaten blogumda ve Goodreads hesabımda mevcut, o yüzden çok bir şey söylemeyeceğim. Ayı bu kitapla başlattım. Okurken biraz zorlanmıştım, ki bu bile bu ayın durgunluğunu gösterir nitelikte bir durum çünkü bu kitaptan önceki herhangi bir kitapta böyle bir zorlanma yaşamamıştım.
Yorumu linklerden birine tıklayarak okuyabilirsiniz! Kitap benden 5 üzerinden 4 puan aldı.
2 ve 3. The Raven Boys & The Dream Thieves
Bu kitapların yorumunu yapmadım çünkü okurken kitapları tam olarak anlayamadığım hissine kapıldım. Yabancı dilde okuduğum için, her zaman kitapları tam anlamıyla kavrayamayabiliyorum ve çoğunlukla o kitapları Türkçe çevirisinden yeniden okuyorum. Henüz The Raven Cycle Serisi'nin Türkçe çevirileri olmadığı için bunu yapamayacağım fakat sanırım ana dilimde okursam - okuduğum zaman - kitaplara ve seriye olan yaklaşımım biraz daha değişecek.
Şu anki haliyle, iki kitabı da benden 5 üzerinden 4 puan aldılar fakat oturup neleri beğendim, neleri beğenmedim, çok anlatamıyorum.
Kitap, Blue adındaki bir kız ile Aglionby adında çok seçkin bir paralı okula giden, Blue'nun Raven Boys (Kuzgun Çocuklar/Oğlanlar) olarak adlandırdığı dört genç erkekle ilgili. Blue, psişiklerle dolu bir ailenin psişik olmayan kızı ve Raven Boys da, Glendower adlı mistik ve ölü bir İrlanda kralı arayan bir grup genç. Bu ikilinin yolu bir şekilde kesişiyor, sonrası zaten, olaylar olaylar.
Kitaplarda beni kesinlikle çok şaşırtan olaylar oldu, asla tahmin edemeyeceğimi düşündüğüm şeyler, ve karakterlerin çoğuna da büyük sempati duyuyorum. Özellikle, The Dream Thieves'den sonra Ronan Lynch'e duyduğum sevgi büyüdü, büyüdü, büyüdü ve yeni telefonumun kilit ekran görselinde son buldu.
Serinin dördüncü kitabı bu yıl içerisinde çıkacak ve ben de üçüncü kitabı önümüzdeki iki aydan birinde okumayı planlıyorum. Ayrıca kapakları alışılmadık bir estetiğe sahip değil mi sizce?
4. Ademden Önce - Jack London
Bu tamamen rastgele bir okuma oldu. Çoktan bir kitaba başlamış olan Athena, okul kütüphanesinin rafları arasında gezinmektedir ve birden Ademden Önce isimli bir kitap dikkatini çeker. Athena, kitabı raftan alır ve ilk birkaç cümlesini okuduktan sonra kendi kendine, "Bunu okuyabilirim," diye düşünür.
Kısa bir kitap olmasına rağmen biraz uzun sürdü okumam çünkü kitabın sonlarına doğru elim kitaba gitmez oldu. Son on, son beş, derken, bir türlü kitap bitmek bilmedi ve ben de bitmesi için pek bir çaba harcamadım.
İlk defa Jack London okuduğum için heyecanlıydım fakat bu kitabı pek önerdiğim söylenemez. Eminim edebi açıdan önemli açıları, dikkat edilmesi gereken yönleri vardır fakat okurken onları aramadım, incelemedim ve okuduktan sonra da kitap bana pek bir şey katmış gibi de hissetmedim. Bir noktaya kadar kitapta olan bitenle ilgileniyordum fakat - hangi noktada emin olamasam da - ilgimi kaybettikten sonra kitap sadece sıkıcılaşmaya başladı.
Kitap, anlatıcının İri Diş diye adlandırdığı, homo sapiens sapiens'in çok eskilerde kalma atalarından birinin, daha kelimelerin veya birçok şeyin bulunmadığı dönemden kalan anılarından oluşuyor. Anlatıcı, bu anıları rüyalarında görüyor ve uzunca bir süre ne olduklarını anlamıyor, falan filan.
Açıkçası kitabı ismi nedeniyle almıştım ve dinle alakalı bir kitap sanıyordum... Ha, öyle olmadığını fark edince bırakabilirdim tabii ama uzunca bir süre ilgimi korudum; dediğim gibi, sonlara doğru koptum. Jack London'la yeni tanışıyorsanız benim gibi, Ademden Önce önereceğim bir roman olmaz.
5 üzerinden 2 vermiş olmam gerek.
5. Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu - Stefan Zweig
Aldığım gibi okudum, okuduğum gibi de bitti. 60 sayfa, kısacık bir mektuptan oluşan bu uzun öykü, Stefan Zweig'in ne kadar başarılı bir yazar ve harika bir anlatıcı olduğunun bir başka kanıtı gibi bana sorarsanız. İkinciye okuyorum onun yazdığı bir şeyi ve kitabı bitirdikten sonra neden bu kadar süre bu yazarı beklettiğimi sordum kendime.
Çok anlatacak bir şey yok, alın, okuyun; herkese öneriyorum kesinlikle. Bütün kitap boyunca ana karakter kadın için ne hayaller kurdum ve kadının hayallerinde ne oyalandım!
"Kelimelerim seni korkutmasın; ölmüş olan biri artık hiçbir şey istemez, sevilmeyi de, kendine acınmasını da, teselli edilmeyi de istemez."
Bu kitaba 5 üzerinden 5 verdim.
6. Vathek - William Beckford
Vathek, Kitapların Lordu ile beraber okuduğumuz ve yine aldığım gibi başladığım kitaplardan bir başkası. Okumam tıpkı Ademden Önce'de olduğu gibi uzun sürse de, iki kitabı kıyaslamak bir telefonla bir elmayı kıyaslamak gibi olur: Her açıdan yanlış.
Bu kitapla ilgili ne diyebilirim pek bilmiyorum açıkçası. Yazarın küçük biyografisi beni çok etkiledi. William Beckford abimiz, 4 yaşında iken, o sırada 8 yaşında olan Mozart'tan müzik dersleri alıyor, ayrıca Vathek'teki kulenin benzerlerini diktirecek kadar da zengin. Çılgın adam, İngiliz olmasına rağmen kitabını Fransızca yazıyor.
Sanırım yazardan, kitaptan olduğundan daha çok etkilendim. Gerçi kitabın üzerimde öyle sağlam bir etki bırakamamış olması da normal, kaç yüz yıl önce yazılmış yani. O zamanı etkileyen bir romanla bu zamanı etkileyenin çok da benzer olmaması mantıklı gibi.
İçindeki ilüstrasyonlar ve kapağın harikalığıyla, İthaki yine çok hoş bir kitap sunmuş bize. Ben baskıya bayıldım açıkçası.
Kitaba puan veremedim çünkü hakkında ne düşünüyorum çok emin değilim, bitireli de çok olmadığı için bekliyorum şu an zaman geçsin diye. Zaman geçtikçe oturur düşüncelerim diye umuyorum. Eğer içinizde bu kitabı okumuş olan varsa, ne düşündüğünü yorumlarda yazabilirse sevinirim.
Sıra izlediğim belgeseller, diziler ve filmlere geldi! Eğer yazının bu noktasına kadar gelmeyi başardıysanız; tebrikler! Büyük ihtimalle:
a) Ezgi bu yazıyı neden ikiye bölmedi?
b) Neden vaktimi boşa harcıyorum?
c) Acaba hangi belgeselleri/dizileri/filmleri izlemiş?
sorularından birisiyle baş başa kalmışsınızdır.
Ben de sadece C şıkkını yanıtlamak üzere buradayım! Harika değil mi?
Aslında, geçtiğimiz haftalar içerisinde, izlediğim dizileri/filmleri/belgeselleri kaydettiğim bir Pinterest Board hazırladım. Tamamen koleksiyoncu - ya da çöpçü, artık siz hangisini demek isterseniz - kişiliğimden kaynaklı bir şekilde. Her ay, izlediklerimi o panoya kaydetmeyi düşünüyorum. Altlarına notlar düşmedim; sadece izlediğim ay ve yılı not ettim. Gün bile yok. İsterseniz bakabilirsiniz veya yazıyı okumayı sürdürebilirsiniz. >_<
Bu arada, izlediklerimi sırasıyla söylemeyeceğim. Türlere göre gitmeyi daha uygun buluyorum. ^-^ Belgesellerden başlayalım bakalım, bakalım.
Bu belgeselde, Kuzey Kore'nin bakış açısıyla Batı'dan bahsediliyordu. Batı'nın insanları nasıl manipüle ettiği, bunu da propaganda kullanarak yaptığı ve bu işte ne kadar usta olduğu; bu yüzden de Batılı insanların Kuzey Kore ve genel olarak Kore'yi ilgilendiren, ölüm vs. gibi konuları bilmediği, bilse de umursamadığı, umursasa da müdahale etmediği anlatılıyordu.
Son derece ironik, cuk oturan bir belgeseldi fakat İngilizce dublaj olmasına rağmen, arka plandaki Korece ses rahatsız etmedi değil. Kişisel olarak bir şey hissetmedim bu belgesele karşı, o yüzden çok uzatmayarak bir sonrakine geçeceğim.
Bu belgesel kesinlikle yüzyılın trollü olabilir. Vikram adında, Amerika'da doğan ve aile mirası gereği Hint kültürüne yakın bir şekilde yetiştirilen bir adam, bir gün kendisi bile bir guru olabiliyorsa herkesin guru olabileceği, bu durumda da tüm guruların aslında sahte olduğu düşüncesine kapılarak guru olma yolculuğuna çıkar. Bu belgesel de Vikram'ın Sri Kumaré olarak yaşadıklarını, tanıştığı insanları, yaptığı yolculukları ve harika Hint aksanını gösteriyor.
Belgeselin sonunda insanlara aslında bir guru olmadığını ve Vikram olduğunu açıkladığında insanların tepkileri muhteşemdi bence. Bazı sahnelerde kahkaha attım. Kesinlikle tavsiye ediyorum. Açın izleyin, bir şey kaybetmeyecek, aksine kazanacaksınız.
Sanırım bu dört belgesel içinde beni en çok etkileyen bu oldu. Sanırım değil hatta, kesinlikle bu oldu. Belgesel, Aaron Swartz'ın hayatını anlatıyor. Aaron, Vikipedi'nin onun için yaptığı tanıma göre: "İnternette bilgi özgürlüğü ile serbest erişimi savunan ve sansürün kaldırılmasına yönelik eylemleriyle tanınan, ABD'li bilgisayar programcısı, bilişimci, yazar ve aktivist."
Öncelikle belirtmek istiyorum ki, ben bu belgeselin sonunda ağladım. Hatta şu an bile, bu satırları yazarken duygulanıyorum, gözlerim doluyor çünkü az önce Aaron'ın Vikipedi sayfasına baktım. Tamam, sakinim.
Aaron'ın intihar ettiğini belgesele gitmeden önce de biliyordum fakat sanırım gösterimin bir noktasında unutmuş olmalıyım ki, belgeselin o noktasına geldiğimizde gözlerimden yaşlar akmaya başladı. Aktı, aktı, aktı... en son belgesel bittiğinde ve biz dağıldığımızda ben uzun süredir hiç ağlamadığım kadar ağlıyordum. Aaron'ı belgeselden önce duymamış ve tanımamıştım fakat belgesel süresince, hem onun kendi hayatından ve çeşitli videolarından klipler olduğu için hem de kendisi genel olarak çok zeki konuşan, küçük yaşta çok şey başarmış bir insan olduğu için kendime gerçekten çok yakın hissettim. (Benim başarılarım yok tabii. Sadece o başarıya derinden bir saygı duyuyorum.)
Böyle karşımda olsa, saatlerce konuşabileceğim ve bu konuşmadan bilgilenmiş, gelişmiş, bir şeyler öğrenmiş halde ayrılabileceğim bir insan olması ve insanların onu bıktırması üzerine kendi canını alması... bana fazlasıyla dokundu. Çünkü rahat bırakılmış olsaydı intihar etmeyecekti. İnsanların kötücül ve çıkarcı yanlarını gördükçe sinirleniyorum.
Kesinlikle izleyin. Tahminen benim kadar etkilenmezsiniz, ben anlamsızca derinden etkilendim ama fark etmez; mutlaka izlenmesi gerektiğini düşünüyorum her türlü.
Utanarak söylemeliyim ki, bundan pek bir şey anlamadım. Michel Gondry'nin Fransız aksanı çok baskındı, konu karmaşıktı ve geçen animasyonlar o kadar iyiydi ki, alt yazıya mı, animasyonlara mı yoksa adamın sesine mi odaklanacağımı bilemediğimden üçe bölünerek pek bir şey anlayamadım söylenenden. Bir tek, belgeselin sonundaki, "is the man who is tall happy" muhabbetini hatırlıyorum ki o da belgeselin gerçekten çok, çok küçük bir kısmını oluşturuyor.
Noam Chomsky'i de bu belgeselden önce hiç tanımadığım için, tamamen koptum denebilir konudan. Fakat belgeseli birkaç ay sonra yeniden, bu sefer araştırmamış yapmış bir şekilde ve Türkçe alt yazılarla yeniden izlemeyi düşünüyorum. Anlamadığım kelimeler yüzünden de büyük bir kaybım oldu ve ikinciye izlediğimde buna izin veremem.
Animasyonlar gerçekten harika ve Noam Chomsky de, benim yeni öğrendiğim üzere, birçok dala el atmış, önemli bir düşünür ve akademisyen. İzlerseniz - eğer benim aksime anlarsanız tabii - çok şey katacağını düşünüyorum. Anlamazsanız da oturun yeniden izleyelim.
Bu bana bir arkadaşım tarafından izletildi, iyi ki de izletildi çünkü kendi halime bırakılmış olsam oturup izleyeceğim yoktu. Çok ne diyebilirim bilmiyorum çünkü tahminen izlemeyen son insan benimdir. O arkadaş mesela manyak, her repliği ezbere biliyormuş falan. Ben cahilim yani, sorun bende. İzlerken çok eğlendim deyip geçsem yeterli midir kaptan?
Evet, bunu da izlememiştim. Aslında daha önce izlemeyi düşünüyordum fakat sonra sanırım ilk başlarında sıkılıp bırakmıştım. Öyle olunca da kalmıştı. Sonra bir şey için GIF arıyordum, bu filmden birkaç tane GIF görünce dedim, "Oturup izlerim ben bunu." Sonra da oturup izledim. Bir ara bende kitabı vardı da, ne oldu o kitaba pek hatırlamıyorum.
Güzeldi, hiç sıkılmadım ve açıkası genç Brad Pitt'i görmek hiçbir şekilde üzücü bir deneyim değildi. Gerçi Tom Cruise'ı o halde görmek garipti, tanıyamadım falan bir ilk. Etkileyici karakterleri olan etkileyici bir film ama eğlence maksadıyla tabii. ^-^
İzlediğim iki diziden biri olan Lucifer, Şeytan'ın Cehennem'den sıkılıp Los Angeles'ta bir tatile çıkması üzerine kurulu. Burada bir polis olan Dedektif Decker'la çeşitli suçları çözüyor ve genel olarak kendi halinde takılıyor. Sürekli Cehennem'e geri dönmesi için ikna etmeye çalışılıyor falan. Klasik işler yani.
Gerçi benim anlattığımdan çok daha eğlenceli ve kapsamlı bir dizi ve ayrıca, Lucifer karakterini yaratış biçimleri de bence çok eğlenceli. Bir de Maze var, kendisi Lucifer'ın peşinden gelmiş bir iblis(?) ve aynı zamanda onu korumaktan sorumlu. İstese de, istemese de. Bunlar takılıyor falan. Güzel dizi. Siz bana bakmayın. :D
Bu diğer dizi ise, her bir bölümünün 50 dakika olmasıyla beni öldürmeyi başarıyor. Ama arka arkaya dört bölüm izlediğim gün de olmadı değil. Benim için büyük başarı bu! Jessica, bir kaza sonucu insan üstü bir güce sahip oluyor ve Kilgrave adlı bir adamdan kaçıyor. Kilgrave, insanlara istediği şeyi sadece yapmalarını söyleyerek yaptırabilen bir adam, aynı zamanda empati ve sempati gibi duygulardan yoksun bir karakter. Kolaylıkla insanlara kendilerini öldürmelerini söyleyebiliyor, zarar verirken durup düşünmüyor, vb.
Jessica ise onu durdurabilecek tek kişi ve bunun için uğraşıyor. Henüz diziyi bitiremedim, zaten 13 bölümü falan var ama oturup izleyesim gelmedi şu birkaç gündür. İzlerim diye umuyorum ama. Kilgrave rolünde David Tennant'ın olduğunu söylemiş miydim?
Ayrıca dizinin açılışına bayılıyorum.
Ve evet! Bu kadardı. Okuduğum ve izlediğim her şeyin sonuna geldik. Birkaç minik şey daha ekleyip, sizi artık ne yapmak istiyorsanız onu yapmanız için serbest bırakacağım.
1. 6 Mart 2016 tarihine kadar süren bir IG çekilişim var, zaten duyurmuştum ama hatırlatmaktan zarar çıkmaz. Ona bir göz atabilirsiniz.
2. Mutlak Yaşamın Sırrı diye bir blogum var, burada yarım düşünceler ve kısa yazılar bulabilirsiniz. Çok ilginizi çekmez diye tahmin ediyorum fakat duyurmamış olmayaım. Gerçi blog bir süredir var ya, neyse.
3. Bunu sonradan yine duyururum tahminen ama: CNR Kitap Fuarı'na 4, 5 ve 12 Mart tarihlerinde gitmeyi planlıyorum; gelin, görüşelim, kitap konuşalım!
Dolu dolu bir ay olmuş aslında senin için, okuduğun kitapları beğendiysen rakam pek de önemli değil bence. Birkaç belgeselin adını aldım, ilgimi çektiler gerçekten. Bu arada Jack London için Martin Eden'i önerebilirim. Benim yazardan okuduğum ilk kitap oydu ve iyi ki onunla başlamışım demiştim. Tavsiye ederim yani :')
YanıtlaSilEvet katılıyorum ve iyi izlemeler! Umarım benim kadar beğenirsin :) Martin Eden bende var lakin hala okuma sırası ona gelemedi! *-*
Sil